PROTESTOLARIN GÖLGESİNDE MÜZELER

May 2017 | Istanbul Art News


21. yüzyıl, toplumsal hareketlerin ve protestoların tekrar canlandığı bir dönem olarak tarih kitaplarında yer bulacak. Toplumu ilgilendiren her kurum gibi müzeler de bu örgütlü protestolardan nasibini alıyor. Günümüzde müzeler, sponsorluk ilişkileri, yönetim biçimleri ve çalışma koşulları nedeniyle protestolar altında varlıklarını sürdürüyor. Bazı protestocular amacına ulaşırken bazıları da sonuç alana kadar mücadelelerine devam ediyor.

Liberate Tate, Occupy Museums ve Gulf Labor, düzenledikleri protestolarla örgütlü hareketlerin müzeler üzerinde nasıl etkiler bırakabileceğinin en canlı örnekleri. Kuşkusuz bu hareketlerden en başarılı olanı, Tate ile BP arasındaki sponsorluk ilişkisinin bitmesine sebep olan Liberate Tate. Eylemlerine devam eden bir diğer hareket olan Occupy Museums, içinden çıktığı Occupy hareketinden çok daha uzun soluklu olurken, Abu Dhabi’de inşaatı devam eden müzelerdeki çalışma koşullarını protesto eden Gulf Labor ise başta Guggenheim Abu Dhabi olmak üzere Saadiyat Adası’ndaki tüm müzeleri kamuoyunda tartışılır hale getirdi.

Peki bu hareketler nasıl ortaya çıkıyor, kimler tarafından örgütleniyor ve nasıl bir protesto yöntemi kullanıyorlar? Bunun için yakın tarihteki kitlesel müze eylemlerini incelemek gerekiyor. Liberate Tate, Occupy Museums ve Gulf Labor’ın örgütlenme biçimini 1969 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde kurulan Art Workers’ Coalition’a benzetmek mümkün. Kurucuları arasında Hans Haacke, Wen-Ying Tsai, Tom Lloyd, Willoughby Sharp, John Perreault, Carl Andre, Benny Andrew, Gregory Battock, Lee Lozano gibi bir grup sanatçı, küratör, yazar ve eleştirmenin olduğu Art Workers’ Coalition temelde ‘sanat sınıfı’nı temsil ediyordu. 1968’in tüm dünyayı etkileyen söylemlerinin Vietnam Savaşı karşıtı kamuoyu ile birleşmesiyle ortaya çıkan bu hareket, direkt olarak, giderek ticarileşen müzelerin yönetim kurullarına karşı örgütlenen sendikal bir yapılanmaydı. Metropolitan, MoMA, Guggenheim gibi müzeler grubun protestolarından nasibini aldı. Art Workers’ Coalition’ın temel talepleri arasında kadınların ve azınlıkların (siyahilerin ve Latin Amerikalıların) müzelerde daha çok temsil edilmesi, galerisiz sanatçıların müzeler tarafından desteklenmesi, sanat eserlerinin tekrar satışlarından sanatçının pay alması gibi sanat emekçilerini ilgilendiren konular olmasının yanında; işçi sınıfının müzeleri rahat gezebilmesi için müzelerin iki akşam gece yarısına kadar açık olması ve giriş ücreti alınmaması gibi tüm toplumu ilgilendiren talepler de vardı. Örneğin MoMA grubun bu talebine olumlu cevap verdi ve haftanın belli günlerinde halka ücretsiz giriş imkanı sağladı. Ancak ücretsiz günleri yoğun bir ilgiyle karşılaşınca MoMA, maddi kayıp yaşadığı gerekçesiyle uygulamadan vazgeçti. Koalisyonun MoMA’yı tekrar protesto etmesiyle uygulama yeniden yürürlüğe girdi. İşçi sınıfını müzelere çekmek için talep edilen bu ayrıcalık günümüzde Uniqlo sponsorluğunda devam ederken; MoMA’nın bu protestolara ve taleplere nasıl çözümler ürettiğinin de iyi bir örneği.

1971’de faaliyetlerine son veren Art Workers’ Coalition taleplerinin önemli bir kısmını kısa sürede müzelere kabul ettirerek örgütlü gücün müzeler üzerindeki etkisini kanıtladı. Bu sendikal yapı, kendi içinden çıkan Guerrilla Art Action Group, Repo History, Political Art Documentation/Distribution gibi gruplara öncülük etti. Art Workers’ Coalition’ın örgütlenme modelinin ve eylem pratiğinin, bugün Liberate Tate, Occupy Museums ve Gulf Labor gibi gruplara ilham kaynağı olduğu açıktır.

 

Tate-BP sponsorluk ilişkisini dize getiren eylemler süreci

Liberate Tate, Tate ile BP arasındaki sponsorluk ilişkisini sorgulayan bir ‘sanat kolektifi’ olarak kuruldu. Bu sanat kolektifinin üyeleri eylemlerini ‘performans’ olarak tanımlıyor. 1990 yılından beri Tate’in sponsorlarından biri olan BP, 2010 yılında Meksika Körfezi’nde neden olduğu çevre felaketinden sonra şirket imajını düzeltebilmek adına kültür-sanat alanında daha aktif görünmeye çabaladı. Liberate Tate, bir petrol şirketinin neden olduğu çevre felaketi sonrası adını bir müzeyle temizleme çabası karşısında harekete geçti ve Mayıs 2010’da aktif olarak Tate müzelerini protesto etmeye başladı. Grubun ilk önemli eylemleri kuruluşundan hemen sonra gerçekleşmiş olan “Art Not Oil” ve “Dead In The Water” performanslarıydı. 28 Haziran 2010 tarihinde düzenlenen “Licence to Spill” performansını Liberate Tate’i kamuoyuna tanıtan eylem olarak değerlendirmek mümkün. Tate’in her yıl düzenlediği “Tate Summer Party” etkinliği aynı zamanda müzeyle BP arasındaki sponsorluk ilişkisinin de 20. yıl kutlamasıydı.

Liberate Tate’in bu ses getiren eylemine, aralarında Art Workers’ Coalition kurucularından Hans Haacke gibi sanatçıların olduğu bir grup da, Guardian’da yayımlanan bildiriyle destek verdi. Bu eylemle Tate’in 20 yıldır BP ile sürdürdüğü sponsorluk ilişkisi ilk defa kamuoyunda tartışılmaya başlandı. Liberate Tate’in bu eylemi dünya çapında ses getirdikten sonra grup üyelerinin bir sonraki hedefi “Collapse” performansıyla BP’nin sponsorluğunu yaptığı bir başka müze olan British Museum oldu.

BP yalnızca Tate ve British Museum’un değil National Portrait Gallery ve Royal Opera House gibi başka kültür-sanat kurumlarının da sponsorluğunu uzun süredir üstlenmiş durumdayken, Liberate Tate’in de mücadele alanı önce bu kurumlara daha sonraysa fosil yakıt üreticileri ile sponsorluk ilişkisi bulunan tüm kültür-sanat kurumlarına yayıldı. Grubun bir sonraki performansı Tate Modern’in Turbine Hall alanında gerçekleşen “Crude/Sunflower” oldu. 14 Ekim 2010 tarihinde gerçekleşen eylemde siyah giyinmiş 50 protestocu BP’nin güneş enerjisi yatırımlarıyla beraber değişen yeni logosuna gönderme yapan bir figür çizdi. Eylemin bir başka önemi de Tate mütevelli heyeti toplantısından bir gün önce gerçekleşmesiydi. Zira müzenin mütevelli heyetinin başkanlığını 2009 yılından beri BP’nin eski genel müdür John Browne yapıyordu.

Kurulduğu tarihten 2016 yılına kadar 19 performans gerçekleştiren Liberate Tate’i başarıya götüren yoldaki en kritik süreçlerden biri de mücadelesini mahkemeye taşıması oldu. Tate’in açıklamayı reddettiği BP ile olan sponsorluk ücretleri mahkeme kararıyla açıklanmak zorunda bırakıldı. Tate’nin mahkemeye sunmak zorunda kaldığı belgelerle, 1990-2006 yılları arasındaki 16 yıllık süreçte BP’den toplam 3,8 milyon sterlin sponsorluk ücreti aldığı ortaya çıktı. Yıllık ortalama 224 bin sterline denk gelen bu ücretin Tate üyelerinin müzeye sağladığı ekonomik katkının yanında komik kaldığı ortada.

100 binden fazla üyesi bulunan Tate, bu üyelerden yıllık yaklaşık 8,4 milyon sterlin katkı alıyor. BP’nin Tate müzeleri için 2006-2007 yılı için ödediği sponsorluk ücreti müzenin kendi elde ettiği gelirlerinin yüzde 0,74’ünü, toplam gelirlerinin ise yalnızca yüzde 0,437’sini oluştuyor. Mahkeme kararıyla gözler önüne serilen bu ücretler kamuoyunda BP’nin mi Tate’e, yoksa Tate’in mi BP’ye sponsor olduğu sorusunu akıllara getirdi. Sponsorluk ücretleri ortaya çıktıktan sonra grup üyeleri Tate Britain içinde gerçekleştirdikleri “The Reveal” eyleminde bir yüzünde Tate Direktörü Sir Nicholas Serota’nın diğer yüzünde ise John Browne’nin yer aldığı banknotları müze içine savurarak Tate-BP ilişkisini ifşa ettiler.

Liberate Tate’in etkili eylem stratejileri Tate ile BP arasındaki sponsorluk ilişkisinin dünya kamuoyunda yoğun bir biçimde tartışılmasını sağlarken, açıklanan bu sponsorluk bedelleri de müzeyi zor durumda bıraktı. Nihayet uzun süren protestolar ve mahkemeler sonunda Tate, BP ile 1990’dan beri devam eden sponsorluk anlaşmasının 2017 yılından itibaren yenilenmeyeceğini açıkladı. Liberate Tate’in mücadelesi birçok başka müzenin fosil yakıt üreticileriyle olan ilişkilerinin sorgulanmasının da önünü açtı. 2015 yılı sonunda Londra’da bulunan Science Museum, bir başka petrol devi olan Shell ile olan sponsorluk anlaşmasını uzatmayacaklarını açıkladı. Louvre, hâlâ devam eden Total sponsorluk anlaşması nedeniyle farklı gruplar tarafından uzun süredir protesto edilen bir başka müze. Kendilerine “Libérons le Louvre” adını veren ve Liberate Tate’den ilham alan grup 5 Mart 2017 tarihinde Louvre’da ilk protestolarını düzenledi. Kısacası Liberate Tate yalnızca kazanılmış bir mücadelenin hikayesi değil; aynı zamanda bir yol gösterici olarak da diğer gruplara ilham kaynağı.

Oyun bitti!

Yüzde 1’in yönettiği finansal bir sistemin geri kalan yüzde 99’u kontrol ettiği savıyla ortaya çıkan Occupy Wall Street hareketi kuşkusuz yakın tarihimizin en kitlesel ve etkili eylemlerinden biri oldu. Arap Baharı ile başlayan toplumsal eylemlerin Amerika Birleşik Devletleri’ndeki izdüşümü olan Occupy hareketi, protesto yöntemi olarak işgalleri kullanıyordu. Occupy Wall Street içinde yer alan sanat emekçilerinin oluşturduğu Sanat ve Kültür Çalışma Grubu işgallerin ilk gününden beri yoğun olarak çalışmalarına devam ederken; kapitalist eşitsizliğin sanat alanındaki yansıması olan günümüz müzelerini de işgal alanlarından biri olarak hedef tahtasına konmuştu. Amerikan sanat müzeleri, dönemlerinde ‘haydut baronlar’ olarak adlandırılan sermaye sahipleri tarafından kurulmuş ve günümüze kadar finanse edilmişti. Yüzde 1’in yönetimindeki MoMA, Guggenheim, Whitney gibi müzeler özel müzeler olsa da Amerikan kamuoyuna karşı sorumlulukları bulunan kurumlar olarak günümüze kadar geldiler. Occupy Museums bu sorumluluğun bilinciyle kurumlarda söz hakkı olan sermaye sahiplerine dikkat çekmeyi amaçlıyordu. Sanatçı Noah Fischer tarafından kaleme alınan ve 19 Ekim 2011 tarihinde yayımlanan Occupy Museums manifestosu tüm protestocuları şu sözlerle müzeleri işgale davet etti: “Oyun bitti: Yüzde 1’in yönettiği kültürel elitizm mabetlerinin oluşturduğu saadet zincirlerinin perde arkasını gördük. Artık biz, yüzde 99’un içindeki sanatçılar, sahte bir benzersizlik söylencesine dayanan ve sırf elitlerin en elitinin cebi para dolsun diye bireysel dehayı göklere çıkaran propagandalarla beslenen bu yozlaşmış hiyerarşik sistemi kabullenme zaafına düşmeyeceğiz...”

17 Eylül 2011’de Zuccotti Park işgali ile başlayan Occupy Wall Street protestoları Occupy Museums ile 30 Ekim 2011 tarihinde müzelerin kapılarına dayandı. İlk hedef olarak MoMA seçildi. İşgalciler MoMA gibi müzeleri yüzde 1’in müzesi olarak tanımlıyor ve yönetim biçiminin değişmesi gibi köklü taleplerde bulunuyordu. Occupy Museums’un MoMA’dan beklediği Art Workers’ Coalition’ın talepleri gibi özgül istekler olmayınca kurum yöneticileri de işgaller karşısında çaresiz kaldı. Müze direktörlerinin işgalcilerle yüzyüze görüşmelerinden sonuç alınamayınca, ikinci işgal denemesinde eylemcilerin muhatabı New York polisi oldu. Occupy hareketi eylem taktikleri ve yatay örgütlenme yapısı ile uzun süredir görmediğimiz bir protesto akımının tekrar ortaya çıkışıydı. Sanat alanında uzun süredir böyle örgütlü bir yapı olmayınca Occupy Museums eylemleri de dünya kamuoyunca yakından takip edildi. Eylemci grup 2011 yılında düzenlenen 7. Berlin Bienali’ne davet edildi. Yine bir grup Occupy eylemcisi aynı yıl küratörlüğünü Carolyn ChristovBakargiev’in üstlendiği dOCUMENTA 13’te yer aldı. Occupy’cıların resmi katılımcı konumuna düştükleri bu durum sanat çevrelerinden eleştiri aldı. Eylemin/protestonun performanslaşması, Liberate Tate hareketinde olduğu gibi sanat kurumunun sanatla protestosu fikri üzerine kurulu iken, Occupy Museums’un resmi katılımcı olarak bienalde yer alması, protestoyu bağlamından koparıp yalnızca performatif bir eyleme döndürdüğü için eleştirildi.

Occupy Museums, başlardaki eylem sıklığını yitirse de farklı gruplara destek vererek yüzde 1’in müzelerini işgallere devam etti. 2015 yılının 1 Mayıs’ında Occupy Museums destekli bir grup olan Gulf Ultra Luxury Faction (G.U.L.F.) New York’taki Guggenheim müzesini işgal etti. İşgalciler o tarihte müzede devam eden On Kawara sergisine gönderme yapan broşürleri müzenin ikonik rampasından avluya savurarak ziyaretçileri, gezdikleri müzenin inşaatı devam etmekte olan Abu Dhabi ‘şube’sindeki işçi hakları ihlallerine karşı bilgilendirdi. Eylemcilerin müze inşaatında neredeyse kölelik koşullarında çalışan işçilerin çalışma koşullarının düzeltimesine odaklanan üç talebi müze yetkililerine iletildi, fakat MoMA’nın aksine Guggenheim protestocularla dialog kurmak yerine resmi kanallar üzerinden taleplere cevap vermeyi seçti. Occupy Museums, MoMA protestolarında müze direktörleriyle muhatap olurken Guggenheim eyleminde işgalciler, karşılarında resmi görevli olarak müzenin hukuk müşavir yardımcısını buldular. Eylem sırasında müze kapatıldı, ziyaretçiler dışarıya çıkartıldı, 16 eylemci müzede oturma eylemine devam etti. Sonunda dışarı çıktıklarında Guggenheim Abu Dhabi inşaatında devam eden çalışma koşulları hakkında bir bildiri okudular. Occupy Museums destekli Gulf Ultra Luxury Faction’ın ikinci Guggenheim işgali, bu sefer müze ziyaretçilere kapalı iken gerçekleşti. Grubun ilk Guggenheim işgalinden yaklaşık bir yıl sonra, 27 Nisan 2016’de gerçekleşen eylemde Occupy eylemcilerinin çok sık kullandığı bir yöntem olan projeksiyonla protesto edilen kurumun binasına sloganlar yansıtılması tercih edildi. Müze bir önceki yılki işgalden çıkardığı derslerle gelebilecek protestolara hazırlıklı olduğunu düşünürken, bu yaratıcı eylemle yine gafil avlandı. “Ultra Lüks Sanat, Ultra Düşük Ücret”, “%1”, “Her gün 1 Mayıs” gibi sloganlar Guggenheim müzesinin ikonik binasının dış cephesini bir protesto alanı haline getirdi.

Occupy Museums’un son eylemi Donald Trump’ın başkan seçilmesinden sonra gerçekleşti. Amerikan sanat müzeleri Trump’ın başkan seçildiği günden itibaren açık bir şekilde yeni başkanın politikalarına karşı tavır koydu. Trump’ın ilk icraati olan göçmen kararnamesine karşı Whitney, MoMA, Guggenheim gibi müzeler farklı yöntemlerle tepkilerini dile getirdiler. MoMA, Trump’ın göçmen kararnamesine karşı aralarında Picasso ve Matisse gibi sanatçıların eserlerinin de olduğu işleri sergilerinden çekip, yerlerine göçmen kararnamesiyle Amerik Birleşik Devletleri’ne girişi yasaklanan ülkelerden sanatçıların eserlerini sergileme kararı alırken, yapıtların yanına da şu not eklendi: “Bu eser, 27 Ocak 2017’de yayımlanan başkanlık kararnamesiyle vatandaşlarının ABD’ye girişi engellenen ülkelerin birinden gelen bir sanatçıya aittir ve müzemiz için olduğu kadar ABD için de hayati bir öneme sahip olan konukseverlik ve özgürlük ideallerini savunmak amacıyla beşinci katta bulunan sergi salonlarına yerleştirdiğimiz birkaç eserden biridir.”

MoMA’nın Trump’a karşı açık şekilde ortaya koyduğu bu tavır, müzenin yıllar sonra işgal edilmesini engelleyemedi. Yüzde 1’in müzesi olarak tanımlanan MoMA’nın mütevelli heyeti üyelerinden biri de yeni başkan Donald Trump’ın baş danışmanlarından Larry Fink’ti. Occupy Museums, müzenin Trump’a karşı aldığı açık tavrı sorgulayan bu eylemle MoMA’yı Trump yönetimini ‘normalleştirmek’le suçladı.

Occupy hareketinden günümüze kalan nadir şeylerden biri de hâlâ diri olan Occupy Museums. Neoliberal politikaların kültürsanat alanında da hüküm sürdüğü günümüz koşullarında Occupy Museums’un mücadelesi daha uzun süre devam edecek gibi görünüyor.

Saadiyat Adası mutluluk mu kölelik mi?

İnşaatına 2009 yılında başlanan Saadiyat Adası, Birleşik Arap Emirlikleri’nin Abu Dhabi kentini bir kültür-sanat merkezine çevirmeyi amaçlıyor. Daha önce denenmiş ve kimi örnekleri başarılı olmuş bir denklemin tekrar sermaye bulmasıyla hayata geçirilmeye çalışılan bir proje olarak dikkat çekiyor. Müzeyi bir ‘starchitect’ üzerinden pazarlama stratejisinin yeterliliğini kaybettiği günümüz koşullarında, denkleme bir de sanatın mabetleri konumundaki müzelerin isimlerinin birer marka gibi adada yer alması ekleniyor. Saadiyat Adası’nda yer alan müzelerden Guggenheim Abu Dhabi’yi Frank Gehry, Louvre Abu Dhabi’yi Jean Nouvel, British Museum danışmanlığıyla hazırlanan Zayed Ulusal Müzesi’ni Norman Foster, Denizcilik Müzesi’ni Tadao Ando, Performans Sanatları Merkezi’ni ise Zaha Hadid tasarladı. Proje başlı başına müzecilik tarihi açısından incelenmesi gereken bir vaka olarak dururken, Körfez ülkelerindeki sert neoliberal politikalar da bu müzelerin varlığını, daha açılışları yapılmadan, tartışma konusu haline getiriyor.

Gulf Labor, başta Guggenheim Abu Dhabi projesi olmak üzere, adada devam eden inşaatlarda neredeyse kölelik koşullarında çalışan işçilerin haklarını alabilmeleri için müzeler üzerinden kamuoyu yaratmaya çalışan bir örgüt olarak 2010 yılında kuruldu. Aralarında Haig Aivazian, Tania Bruguera, Sam Durant, Mariam Ghani, Hans Haacke, Walid Raad, Andrew Ross, Gregory Sholette gibi sanatçı ve akademisyenlerin bulunduğu bir çalışma grubu tarafından kurulan Gulf Labor, uzun süre Guggenheim yetkilileriyle resmi kanallar üzerinden görüşme yaptı, fakat gelinen noktada çalışma koşullarında herhangi bir iyileştirme olmadığını gözlemlendi. Yaklaşık üç yıl devam eden uzlaşma görüşmeleri sonuçsuz kalınca Gulf Labor, 17 Ekim 2013’te yaptığı açıklamayla Guggenheim’ın Abu Dhabi projesini protesto edecekleri “52 Hafta”lık bir eylem serisini başlattığını duyurdu. Gulf Labor’ın bu sürekli eylem yöntemi Guggenheim üzerindeki baskıyı her hafta biraz daha artırdı, konunun gündemden hiç düşmemesini sağlayarak daha müze açılmadan varlığını tartışma konusu haline getirdi. Öyle ki, açtığı şubelerle Guggenheim’ı McDonalds’laştıran Thomas Krens bile, geçtiğimiz günlerde, bölgedeki sosyo-politik durumun değişimini sebep gösterip müzenin Abu Dhabi projesini riskli gördüğünü açıkladı.

Neoliberal politikaların sonucunun somut bir örneği olan Saadiyat Adası, inşaatın başladığı ilk günden beri insan hakları örgütlerinin de hedefi konumunda. Bu kapsamda İnsan Hakları İzleme Örgütü 2006, 2009 ve 2015 yıllarında yayımladığı üç kapsamlı raporla, işçilerin ada inşaatında nasıl şartlar altında çalışmaya zorlandıklarını belgeledi. İnsan hakları örgütlerinin ilgisini adaya çekmeyi başaran Gulf Labor, bir yandan Guggenheim ile müzakerelere devam ederken diğer yandan da bölgeye üyelerini yollayarak kendi raporlarını hazırladı. Gulf Labor adına Saadiyat Adası’ndaki müzeleri teftişe gidenlerden biri de Art Workers’ Coalition kurucusu, Occupy Museums ve Liberate Tate destekçisi olan Hans Haacke’ydi.

Occupy Museums gibi Gulf Labor üyeleri de sanat dünyasında dikkat çekmiş olacaklar ki, Okwui Enwezor küratörlüğündeki 56. Venedik Bienali’ne katılımcı olarak davet edildiler. Venedik’in Gulf Labor için farklı bir anlam ifade ettiğini belirtmek gerek. Zira ilk Guggenheim müzesi olan Peggy Guggenheim Koleksiyonu burada yer alıyor. Grup üyeleri bienal boyunca düzenledikleri panellerle Guggenheim’ın Abu Dhabi’deki inşaatında yaşanan sorunlara dikkat çekti. Ayrıca şehirdeki Guggenheim müzesini de işgal etti.

Saadiyat Adası’ndaki müzeler projenin açıklandığı günden beri tartışılır durumda. Uzun süre ertelenen açılış tarihleri sonunda yalnızca Louvre Abu Dhabi inşaatının büyük bir kısmı bitti ve açılışa hazır hale geldi. 2017 içinde açılması beklenen Louvre Abu Dhabi’nin, bölgedeki müzeler içinde en maliyetlisi olduğunu söylemek yanlış olmaz. Zira Birleşik Arap Emirlikleri, Louvre ismini kullanabilmek için ödedikleri sponsorluk ücretinin yanı sıra, Fransa ile milyar dolarları bulan askeri anlaşmalar da imzalandı. Louvre’dan önce Abu Dhabi’ye bir Fransız askeri üssü açılması, Saadiyat Adası’ndaki müzelerin misyonuyla ilgili şüpheleri de beraberinde getiriyor.

Müzelerimize ne kadar sahip çıkıyoruz?

Tüm bu örnekleri ele alınca Türkiye’de müzelerin kolektif biçimde protesto edilmeyişi aslında sandığımızdan da vahim bir durumu ortaya koyuyor. Kamusal veya özel müzelerin farklı sebeplerle protesto edilmesi, toplumun o müzeyi ne kadar sahiplendiğinin de bir kanıtı. Örgütlü bir sanat sınıfının olmadığı toplumlarda insanlar yalnızca müzenin ziyaretçisi konumunda. Oysa müzeler sadece ziyaret mekanları değil, kültürel ve sanatsal belleğin korunduğu ve gelecek kuşaklara aktarıldığı birer mabet. Yakın tarihimizde müzelerin –daha da genişletirsek kültür ve sanat kurumlarının– örgütlü bir şekilde protesto edildiği vakalar elbette var.

2011 yılında kurulan Kamusal Sanat Laboratuvarı, tıpkı dünyadaki benzer örneklerde olduğu gibi örgütlendi, bir manifesto yayımladı ve son derece ses getiren eylemlere imza attı.

Kamusal Sanat Laboratuvarı’nın 12. İstanbul Bienali açılışında ortaya koyduğu “İsimsiz Mektup” performansı bienalin sponsorluk ilişkilerine dikkat çekti. Müzelerin ‘sanat işletmesi’ olarak kabul görüldüğü ülkemizde, grubun ikinci eylemi olan “Müzeci’nin Çantası” İstanbul Modern’de gerçekleşti. Bu ilk iki eylem içerik ve yöntem bakımından yurtdışındaki örnekleri aratmayacak cinsteyken, kamuoyunda yeterince destek bulmamış olması Türkiye sanat dünyası için düşündürücü. Kamuoyu yaratamayan eylemlerin amaçsızlaştığı bir ortamda, Kamusal Sanat Laboratuvarı varlığını sürdürmeye devam etse de ilk yıllardaki ses getiren eylemlerinden örnekler azalmış durumda. Kamusallık bilincinin neredeyse hiç olmadığı, müzelerin sahipsiz birer kuruma döndüğü ülkemizde, protestoların da uzun soluklu olmamaması şaşırtıcı değil.

Kamusal kültür-sanat kurumlarımızın belki de en ikonik olanı Atatürk Kültür Merkezi’nin durumu uzun süredir ortada. Sahipsiz kalmış, unutulmuş görüntüsüyle yıkımını bekleyen bina, ülkemiz sanat ortamının da en iyi yansıması. Galataport Projesi ile kentin mimari belleğini oluşturan binalar bir bir yıkılırken, Mustafa Kemal Atatürk’ün emriyle kurulan ve Türkiye’nin ilk güzel sanatlar müzesi olması özelliğini taşıyan İstanbul Resim ve Heykel Müzesi, Karaköy’deki antrepoda yeni yerini almaya hazırlanıyor. Antrepo binalarından bir diğerinde bulunan İstanbul Modern ise Galataport Projesi kapsamında tekrar yapılacak olan yeni binasına geri dönme ümidiyle bir gecede yıkılan Paket Postanesi’ne taşınacağını açıkladı. Kentin en önemli kamusal ve özel müzesinin içinde olduğu Galataport Projesi’nin, kamuoyunda yeterince tartışılmadığı bir gerçek. Ressam ve heykeltıraş Necdet Kutlucan’ın 24 Kasım 2016’da İstanbul Modern balkonundan Galataport Projesi’ni belgeleme çağrısıyla toplanan fotoğrafçılar müzenin güvenlik görevlileri tarafından engellendi. İstanbul Modern’in yeni binasını inşa edecek olan Doğuş Grubu ve Bilgili Holding’in, müzenin geçici olarak taşınacağı Paket Postanesi’nin yıkımını da üstlenen firma olması kafaları karıştıran bir başka durum. Paket Postanesi’nin yıkımına sosyal medyadan tepki vermek dışında bir şey yapmayan kamuoyu, İstanbul Modern’in bu binaya geçici olarak taşınmasına tepki gösterecek mi bilinmez.

Bugün inşaatı devam eden ve yakın zamanda açılacak olan Louvre Abu Dhabi, müzelerin geleceği hakkında bizlere bazı ipuçları veriyor. Fransız Devrimi’nin sonuçlarından biri olarak 1793’te kurulan kamusal ve ulusal müze Louvre, 30 yıllık isim hakkını 520 milyon dolar karşılığı ilk yerleşimin 1791’de başladığı Abu Dhabi kentine kiralayabiliyor. Tate gibi yüzbinlerce üyesi olan bir müze, komik denilebilecek rakamlar karşılığı bir petrol şirketinin imaj düzeltme çalışmalarına sahne oluyor. Müze mütevelli heyetleri, sermaye sahiplerinin ve politikacıların kendilerine prestij sağlama alanlarına dönüyor. Kimi toplumlar müzelerine protestolarla sahip çıkarken kimileri ise olan biteni sessizce izlemekle meşgul.

Previous
Previous

ORHAN PAMUK’UN BALKONUNDAN GÖRÜNMEYEN MANZARA: HİPERNORMALLEŞEN TÜRKİYE

Next
Next

BERLİN DUVARI’NDA BİR GARİP HİKAYE: KEITH HARING VS. THIERRY NOIR